1. KARAGÖZ NEDİR
Türklere has gölge oyunu. Deriden, mukavvadan biçilip, boyanmış şekilleri, arkadan ışık vererek, beyaz bir perde üzerine yansıtılarak oynatılan Türk gölge oyunu. İki değişmez oyuncusundan çok hareketli, canlı ve çekici olanı Karagöz’den dolayı bu isimle bilinmektedir.
Resimlerin renkleri şeffaf olduğundan, ışık arkadan vurdukça seyirciler yalnız bu sûretleri görür. Karagözcü sopaların yardımı ile şekilleri hareket ettirir, hem de sesini ve şivesini değiştirerek oyun kahramanlarını kendine has tarzda konuşturur. Oyunun konusu bir metne dayanmadan, temsil sırasında tabiî olarak geliştirilir. Seyircinin ilgisine göre kısaltılıp, uzatılır. Bütün oyun tek sanatçının hüneridir.
Hayâl veya gölge oyununun kaynağı, bugünkü bilgimize göre eski şark (doğu) medeniyetidir. Bütün şarkta hayal-i zıl, tayf-ül hayal, hizib-i sitâre, hayal-bâzî gibi isimlerle bilinmektedir. Türk gölge oyununun nasıl yayıldığına dâir değişik rivâyetler vardır. Türkiye’deki gelişmesi 12. yüzyılda oldu. Türklerin en eski temsil tarzı olan Karagöz oyunu, hayatın sahnelerini ve zaman olaylarını tasvir ve tenkid eder. Çifte anlamalar, abartma, güzelleme, ağız taklitleri, sosyal ve siyasî taşlama, tekrar tersinleme gibi yollara başvurarak güldürü mâhiyetinde anlatılmak istenen konu verilirdi.
Selahaddîn Eyyubî ile Kâdı Fâzıl’ın bulunduğu bir mecliste, sultanın emri ile hayâl-ı zıl ile uğraşan sanatkârdan sanatını göstermesi istenir. Gösterinin sonunda Sultan Kâdı Fazıl’a oyun hakkında fikrini sorduğunda şu cevabı alır:
“Büyük ibretlerle dolu olduğunu ve hayâllerin hakîkatı tamâmiyle temsil ettiğini ve aradan perde kalkınca bir sanatkârdan başka kimse olmadığını gördük.”
Şeyh Muhyiddin-i Arabî Füthuhât-ı Mekkiye adlı kitabında tasavvufi bir açıklama yapmak için hayal oyunundan bahseder. Ebüssu’ûd Efendi fetvâsında, ibret için nazar edip ehl-i hal fikri ile tefekkür etmesine fetvâ vermektedir.
Türk gölge oyununun iki kahramanı olan Karagöz (Demirci ustası) ile (Baş Mimar Hacı İvaz Ağa) rivâyete göre Bursa’da yaşamıştır. Orhan Gâzinin emriyle Şeyh Küşterî, Hacivat ve Karagöz’ü eski bir Türk oyunu olan gölge tiyatrosu ile devâm ettirmiştir. Türkler kendilerine has olan bu oyunu, çok eski çağlardan beri çeşitli adlar altında biliyorlar ve oynatıyorlardı. Hatta Batı’da “Çin Gölgeleri” diye tanınmış gölge oyununun bile Karagöz’den gelme olduğunu araştırmalar göstermektedir.
Karagöz oyunu 15. yüzyılda Osmanlı Türkleri arasında çok sevilip, uzun zaman yaygın halde yaşadı. O zaman karagözcülerin gâyesi, seyredenleri güldürmek değil, güldürürken düşündürmek ve ders vermekti.
Zamanın örf ve âdetlerine ters düşen durumları da karagözcüler perdede yansıtmaya çalışıyorlardı. On altı ve on yedinci yüzyıllarda, Karagöz oyunu sünnet düğünleri başta olmak üzere, birçok yerde oynatılıyor ve 19. yüzyılda da Ramazan gecelerine katılıyordu. Oyunlarda hakikatın gölge ile perdeye yansıtılması ve insanın ibret alması meseleleri işlenmiştir. Hakikat gizlidir ve temsilî olarak verilmiştir. Âhiret ve dünyâ hayâtı
Hacivat (Hacı İvaz) ve Karagöz de birbirinin zıddı tiplerdir. Hacivat hakikate yakın düşünürken, Karagöz ona tezat teşkil etmekte ve doğruyu görememektedir.
Karagöz oyunu, gerçekte tek sanatçının hüneridir. Seyircilerin önüne konulan gergin beyaz bir perde arkasında yağ kandili veya mum ışığıyla deve derisinden kesilmiş, şeffaflaştırılmış ve renkli boyanmış tasvirler, bunlara dikey açı yapan sopalar yardımıyla hareket ettirilir. Karagözcü bir taraftan sopalarla bu görüntüyü hareket ettirirken bir taraftan da sesini ve şivesini değiştirerek her bir oyun kişisini kendine has şekilde konuşturur. Karagöz kadrosu şu kimselerden meydana gelmektedir: Usta (Oyunu oynatan ve seslendiren), çırak, sandukkâr, iki yardak, bir hamal. Ustanın gâyet zekî ve hazır-cevap bir kişi olması lâzımdır. Çünkü oyunu yalnız bir kişi (Usta) oynatır. Çırak, sıra ile oyun içerisindeki şekilleri yerleştirir. İşi bitenleri kaldırır. Sandukkâr ise işi biten malzemeleri sandığa yerleştirir, ayrıca ustaya yardım eder. Birinci yardak, oyuna gerekli mânileri ve tekerlemeleri okur. İkinci yardak da tef çalıp, oyun için gerekli gürültüleri sağlar. Hamal ise sandığı ve daha başka malzemeleri taşır.
Karagöz temsili için önce perde gerilir, perdeye “meydan” veya “ayna” denir. Arkasına ensiz bir tahta yerleştirilir. Bunun üzerine içinde mum parçaları yanan “şem’a” konur ve yakılır. Perde aydınlanınca arkadan ışık alan şekiller renkli olarak beyaz perde üzerinde görünür. Usta, şekilleri perdede hem hareket ettirir, hem de oyun kahramanlarının ağzından gereğince ses vererek oyunu yürütür.
Karagöz oyunu dört bölümden meydana gelir. Oyun başlamadan evvel gösterilecek temsilin konusuna göre perdeye bir şekil iğnelenir ki buna “göstermelik” denir. Bu, temsil başlayıncaya kadar perdede durur. Göstermelik yerinden ağır, ağır kalkmaya başlayınca perdenin arkasında bir def gürültüsü başlar. Derinden derinden Hacivat’ın ağdalı, boğuk sesi duyulur:
“Nakş-ı sun’un remz eder hüsnünde rüyet perdesi.
Hâce-i hükm-i ezeldendir hakikat perdesi.
Bu hayâl-i âlemi gözden geçirmektir hüner,
Nice Karagözleri mahvetti sûret perdesi.
Of; hey hak! perdemi sanmayın bezden,
Hisse alın siz bu sözden.
Of; bir yâr-i vefâkâr olsa... Ol söylese ben dinlesem.”
Hemen perdeye Karagöz iner ve aralarında muhavere başlar. Üçüncü bölümde belli bir olaylar dizisi içinde çeşitli kimseler boy gösterir. Bitiş bölümünde seyirciden özür dilenir, gelecek oyunun adı duyurulur.
Karagöz oyununun şahısları toplumun mahalle çevresinde çeşitli tipleri temsil eder. Başta Karagöz gelir. Karagöz’ün başında”ışkırlak” denilen bir başlık vardır. Karagöz, tok sözlü, halktan bir adamdır.
Sonra Hacivat gelir. Hacivat medresede yetişmiş, dili ağdalı bir dîvân efendisidir; Çelebi, kibâr bir delikanlıdır; Zenne (kadın) bir hanımefendidir; Tiryâkî, afyon tutkunu bir sersemdir; Tuzsuz Deli Bekir sarhoş bir külhanbeydir; Altı Karış Bebe Rûhî bir cücedir; Çengi oyuncudur. Acem, Arnavut, Yahûdî, Frenk, Ayvaz, Himmet, Arap Osmanlı devletinin her yanından gelerek İstanbul’da toplanmış olan tipleri canlandırır.
Karagözcü bunların herbirini kendi ağızları ile konuşturur. Ayrıca, herbirinin sokaklık, evlik kıyafette değişik şekilleri vardır. Karagöz oyunlarının konuları yazılı değildir. İkinci Meşrutiyetten önce, yirmisi Kâtip Sâlih tarafından olmak üzere, birçok fasıl kitap hâlinde yayınlanmıştır. Hayal veya gölge oyununun asıl özelliği böyle tesbit edilmiş olmasında değil, tersine, olmamasındadır. Bütün ustalık, Karagözcünün mahâretine, buluş kâbiliyetine bağlı olarak konuşma kısmındadır. Bu bakımdan, ana çizgileriyle yayınlanan bir fasl, oynandığı zaman âdetâ tanınmaz olur.
Çok ün kazanmış Karagöz fasılları, konusunu yaşanmış hayattan alırdı. Pekçoğunun isimleri dahi o devirde geçmiş olayları hatırlatır. Kanlı Nigâr, Kanlı Kavak, Karagöz’ün Yazıcılığı, Yalova Safası, Hamam, Mandıra, Çeşme, Tımarhâne, Ters Evlenme, Bekçi, Karagöz’ün Şâirliği, SalıncakSafası,Karagöz’ün Aşcılığı gibi.
2. MEDDAH NEDİR?
Meddahlık, hikâye anlatma, taklit yapma sanatıdır.
Perdesi, sahnesi, dekoru, kostümü bir sanatkârda toplanmış bir gösteridir.
Meddahın aksesuarını bir mendil ve bir sopa-baston meydana getirir.
Genellikle güldürücü, ahlâkî ve edebî sonuç çıkarılacak hikâyelerine
klişeleşmiş bir sözle başlar. Sonra kahramanları sayıp hikâyesini
anlatır.
Meddah, hikâyenin kahramanlarını kendi çevresinin dili
ve şiveleri ile konuşturan, çok oyunculu bir tiyatro eserinin tek
sanatçısı olan insandır.
3. ORTAOYUNU NEDİR
Eski bir Türk eğlencesi. Osmanlı devrinde, oyuncuları yazılı bir metine bağlı kalmadan, nüktelere ağırlık vererek, seyirciye bir öğüt veya ders vermek maksadıyla verilen temsil.
Orta oyununun isminin nereden geldiği hakkında üç kabûl vardır: Bunlardan ilki; yeniçeri ortalarına bağlı oyun takımları temsil verirlerdi. Bu oyunlara“orta oyunu” ismi verildi. İkincisi Japonya ve Portekiz’de “Auto” ismi verilen taklit, kukla ve hokkabazlık gibi oyunları, oralardan gelen Yahûdîler, memleketimizde de icrâ ettiler ve auto ismi zamanla orta hâline geldi. Üçüncü olarak da İtalyanların Commedia dell’arte’ı için Kullanılan “Arte oyunu”, söylene söylene zamanla, orta oyunu şeklini aldı.
Orta oyununun kaynağı hakkında çeşitli düşünceler vardır. Bunlardan ilki, Karagöz’ün canlı şahıslar tarafından oynanan şekli olduğudur. İkincisi ise kol oyunlarından çıktığı düşüncesidir.
Bunlar;
Orta oyununun isminin nereden geldiği hakkında üç kabûl vardır: Bunlardan ilki; yeniçeri ortalarına bağlı oyun takımları temsil verirlerdi. Bu oyunlara“orta oyunu” ismi verildi. İkincisi Japonya ve Portekiz’de “Auto” ismi verilen taklit, kukla ve hokkabazlık gibi oyunları, oralardan gelen Yahûdîler, memleketimizde de icrâ ettiler ve auto ismi zamanla orta hâline geldi. Üçüncü olarak da İtalyanların Commedia dell’arte’ı için Kullanılan “Arte oyunu”, söylene söylene zamanla, orta oyunu şeklini aldı.
Orta oyununun kaynağı hakkında çeşitli düşünceler vardır. Bunlardan ilki, Karagöz’ün canlı şahıslar tarafından oynanan şekli olduğudur. İkincisi ise kol oyunlarından çıktığı düşüncesidir.
Bunlar;
- Yeniçeri ortalarına bağlı oyun takımlarının askeri eğlendirmek için verdikleri temsiller
- Esnaf oyunları
- Taklitçi tâbir edilen şahısların, konusu günlük olaylarla ilgili olan; konaklarda veya halka verdikleri temsiller
- Köylerde oynanan “meydan oyunu”. Orta oyununun ilk defâ ne zaman oynandığı konusunda kesin bir mâlumât olmamakla berâber, Hâfız İlyas Efendinin Târih-i Enderûn’unda 1819’dan evvel buna benzer bir oyun olmadığı yazılıdır.
Oyun yeri “orta” veya “palanga” olarak isimlendirilir. Burası seyircilerin etrâfını çevirdiği dâirevî bir alandır. Palangada dekor olarak “yenidünya” denilen paravana çerçevesi şeklinde bir ev, açılıp kapanabilen iki kanatlı bir paravanadan müteşekkil “dükkân” ve birkaç sandalye ile masadan ibârettir.
Olayın nerede geçtiği Pîşekâr ve Kavuklu’nun konuşmalarından anlaşılır. Orta oyununda mevzu bir hikâye veya çoğunlukla basit bir mâcerâdır. Oyunun yazılı bir metni yoktur. Oyuncular söz söyleme ve nükte yapma mahâretleriyle taslak hâlindeki oyunun mevzûunu geliştirirler. Oyunda kalıplaşmış tekerlemeler de çok kullanılmasına rağmen, oyuncular nükte yapmakta ve hazır cevaplılıkta mâhirdirler. Orta oyununun baş aktörü olan Pîşekâr her zaman vakûr bir edâ ile durur, tahsilli ve çevresindekilerin müşküllerini danıştığı bir zattır. Hacivat’ı andırmasına rağmen onun gibi komik durumlara düşmez.
Oyunu Pîşekâr başlatır, yönetir ve oyunun nihâyetine kadar meydandan ayrılmaz. Pişekârın başında dört dilimli külâh, sırtında entâri veya çakşır, onun üzerinde kürk, ayaklarında sarı gedik pabuçlar vardır. Kıyâfetinde sarı ve yeşil renk ağır basar.
Oyunun ikinci şahsı olan Kavuklu deli dolu, parasız, işsiz, güçsüz, ağır şakalar yapan kaba birisidir. Karagöz’e benzer ise de eski oyun kollarındaki Tiryâkî tipinden çıktığına daha çok ihtimal verilmektedir. Başında kocaman ve iri dilimli bir kavuk bulunur. Sırtında bir biniş, belde kuşak, binişin uçları kuşağa sokulmuş vaziyettedir. Altta entâri veya şalvar, ayakta ise edik pabuçlar bulunur.
Kıyâfetinde kırmızı renk hâkimdir. Zenne, Rum, Frenk, Muhacir, Arnavut vb. oyunun diğer şahıslarıdır. Zenne, kadın kıyafeti giyinmiş erkeklere verilen addır. Orta oyuncularının kıyâfetleri aşırı mübâlağalı ve süslüdür. Orta oyunu oynanırken zurna ve çifte nâra çalınır. Önce Pîşekâr meydana çıkar ve “Falan oyunun taklidini aldım, usûl ve âhenkle efendilerime seyrettireyim.” diyerek oyunu başlatır. Kavuklu da meydana gelerek, ikisi oyunun ana hatlarından seyircileri haberdâr etmek maksâdını güden girizgâh diyebileceğimiz bir muhâvere (söyleşme) yaparlar. Bunun ardından Kavuklu bir tekerleme söyler.
Kavuklu ve Pîşekâr’a diğer oyuncuların da katılmasıyla oyun devam eder. Oyunun son kısmında Pîşekâr ile Kavuklu oyundan çıkarılacak ibreti kendi aralarında yaptıkları muhâvereye göre seyircilere aktarırlar ve ertesi gün hangi temsili yapacaklarını da söyledikten sonra oyun son bulur. Her oyun tatlı ve ahlâkî bir sonuca bağlanır.
Orta oyunlarına misâl olarak şunlar sayılabilir: Ters Evlenme, Gözlemeci, Ağalık, Çifte Hanım, Meyhâne, Yazıcı, Fotoğrafçı, Ödüllü, Tahir ile Zühre, Kanlı Nigâr, Büyücü, Çeşme, Pazarcılar, Eskici Abdi. Orta oyuncularının teşkil ettiği birlikler önceleri “kol” sonra “takım” daha sonra ise “kumpanya” ismini almıştır. Tanınmış kollar arasında şunlar sayılabilir: Edirneli kolu, Ağa kolu, Yaran kolu, Cevâhir kolu, Zuhûrî kolu. Orta oyuncularının en tanınmışları ise Zenne Tevfik Bey, Abdi Efendi, Zenne Rıza, Naşit Bey, Meddah İsmet en meşhur simâ Kavuklu Hamdi Efendidir. Kavuklu Hamdi Efendi, önceleri Pîşekâr Tosun Efendi, sonra Küçük İsmail Efendi, bir ara da Abdürrezzak Efendi ile oynamıştır. Hamdi Efendinin Zuhûrî kolu; Pîşekâr Küçük İsmail, Kürt Dondurmacı Ali, Aptal Rafet, Arap Ahmed, Zenne Ömer, Kocakarı Asım, Meddah İsmet, Döşemeci İsmail Efendi, Kambur Mehmed ve Kaşıkçı Ahmed’den meydana gelmiştir. Hamdi Efendinin vefatından sonra Ali Bey ve Kel Hasan yetişmiştir.
Orta oyunu İsmail Dümbüllü’nün vefâtıyla târihe karışmıştır. Osmanlı devrinde memleketimizde bulunup, dilimizi öğrenmiş olan Macar Dr. İgnace Kunoş’un seyredip, kaleme aldığı birkaç orta oyunu örneği şöyledir:
Oyun başlayıp Pîşekâr biraz konuştuktan sonra uzun, silindirik, kocaman dilimli kırmızı kavuğu olan, sarı edik pabuç, kırmızı şalvar ve kırmızı cübbe giymiş olan Kavuklu gelir. Sendeleyerek birkaç defâ meydanı dolaşır. Pîşekâr elindeki şakşak ile kavuğuna vurunca Kavuklu sıçrayarak Pîşekâr’a döner.
Pîşekâr:
“Vây! Hoş geldin, safâ geldin. Derisi patlamış, ipi kasnağı kırılmış, derûnu tozla dolmuş, çöp arasına atılmış bekçi davulu..!
”
Kavuklu:
“Vay! Hoş bulduk, safâ bulduk... Kıyılarda kalmış, içini dışını sıçanlar yemiş, pis pis kokmuş, her tarafı delik deşik olmuş, Lâpseki kavunu! Başıma gelen macerayı anlatsam da dinlesen o vakit anlarsın!
Pîşekâr:
“Aman efendim geçmiş olsun... Bendenizin de meraklı olduğumu bilirsin ya, naklediniz de anlayayım”...
“Pazar Yeri” isimli kavuklu tekerlemesinin ana hatları:
Kavuklu pazarda alış veriş ederken şiddetli bir kasırga gelip onu uçurmuş. Biraz göklerde dolaştıktan sonra bir lâhana yaprağının içine düşüp gömülmüş. Bahçıvan onun içinde bulunduğu lâhanayı pazarda satmış. Alan adamın ahçısı kazana atıp haşlamış...
Kavuklu
“Dilenci Vapuru”na binerek Kanlıca’da bir konağa gittiğini, orada Bey’in sofrasında kurulduğunu, güldürücü muhâvere hâlinde anlatır. Sıra yemeğe gelir.
Kavuklu:
“Efendi, bana, buyurun!, dedi. Baktım gidiyor, haydi ben de arkasından. Odadan çıktık, başka bir odaya girdik.
Pîşekâr:
“Aman efendim, sonra?”
Kavuklu:
“İçeri girdik, baktım ki bir büyük masanın üstünde Mahmutpaşa’nın mezat malı gibi olmadık çanak çömlekleri var... Her ne ise, efendi oturdu, biz de karşısına oturduk. Çorba geldi, güzelce yedik! O kalktı et geldi. Baktım, efendi, bıçak-çatal bir şeyler aldı. O çatal gibi şeyi ete batırıp bıçakla kesti. Sonra tabağına koyup yemeğe başladı. Biz de efendiye uyarak onun yaptığı gibi yapalım da ayıp olmasın diye çatal-bıçak alıp ete batırdık.”
Oyunun sonunda Kavuklu:
“Her ne kadar sürç-i lisan ettikse de affoluna... İnşaallah yarın akşamki oyunumuzda Pîşekâr’ın yakası elime geçecek olursa ben bilirim yapacağımı!” der.
Oyun biter.
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorum yaparak bize yardımcı olursanız çok memnun oluruz. Şimdiden teşekkürler