İnsanın gölgesi kendinden bile uzun olabilir.
Önceki "bireyin kısa manifestoları" adlı yazılarımda; bireylerin, toplulukların ve toplumların isteklerinden sıyrılıp kendi için yaşaması gerektiğinin önemini (kendimce) ifade etmiştim. Tabii ki bu noktada benim inandığım bu başkaldırmaya, bazılarınızın inanmadığını; ya da bunu haklı bulmadığını tahmin edebilmekteyim. İşte bugün, yakın zamanda bulduğum, benim fikirlerimle büyük oranda örtüşen üç psikoloğun önemli çalışmasının özetini ortaya koyacağım. Psikolog değilim; ama bu çalışmanın özetlerinden bile, ne kadar doğru çıkarımlar yaptığımı görebiliyor ve haklı olmanın gururunu yaşıyorum. Gözlem ve sonuca dayalı çıkarımların beni gerçeklere yaklaştırması, açıkcası, beni heyecanlandırıyor.
Tabii en başta bundan önce "bireyin kısa manifestoları" serisinin iki yazısının da kaynağı vermem gerekli ki bunları takip etmenize fırsat olsun:
http://nettenyazar.blogspot.com.tr/2014/11/bireyin-ksa-manifestolar-2-survival-of.html
_________________________________________________________________________________
Fritz Perls, 1893-1970 yıllarında yaşamış Alman bir psikiyatrist and psikoterapisttir. !942-1946 arasında (ikinci dünya savaşı dönemleri) Güney Afrika ordusuna katılarak, oradaki askerlerin savaşta oluşan psikolojik rahatsızlarını düzeltmeye çalışmıştır. 1946 yılında "Ego, Hunger and Aggression" kitabını yazan Perls, 1951 yılına kadar diğer meslektaşlarıyla çalışması neticesinde Gestalt Teorisini geliştirmiş, ve 1951 yılından itibaren psikoterapi alanında önemli bir yöntem olan Gestalt Terapisini, 1969 ve 1973'de yazdığı "Gestalt Therapy Verbatim" ve "The Gestalt Approach and Eye Witness to Therapy" adlı kitaplarıyla ortaya sunmuştur.
Bu teorinin altyapısına göre kişiye yalnız kendine ait bir "benlik" ve dışardaki herşeyi içeren "diğeri" vardır. Kişinin akıl yapısını ise bu benliğin "diğer"iyle olan ilişkisi belirler. Benlik; ya "diğer"de (mesela insan, iş ilişkileri) başarılı olamayıp kendi güvenini yitirmekte, ya öbür tarafta diğerinde başarılı olup; ancak bu başarıyı kaybedeceğini düşünüp yeni, değişen şeylere kapalı kalmakta, ya da arada kalarak, kendine belirsiz rotalar çizen bir varlık olmaktadır. Yapmamız gereken ise kendi dünyamızı kendimizin oluşturduğunun farkına varmak; bunun içinse ancak kendi gerçekliğini görmek ve toplumun bize verdiği değerleri hiçe saymaktır.
_____________________________________________________________________________
"Forget about the disgraceful creature you actually are; this is how you should be"
"Ne kadar utanç verici bir canlı olduğunuzu unutun; sizin olmanız gereken budur"
Karen Horney
Karen Horney 1885-1952 yılları arasında yaşamış Alman bir psikoanalisttir. Horney'e göre etrafımız, sosyal çevre tarafından geliştirilen, "olmalısın" diyen normlarla (Eng: The Tyranny of Shoulds) doludur. Bu normlar, insanlar tarafından "tanınmış ve güçlü olmalıyım", "güzel olmalıyım", gibi içsel mesajlara döndürülür. İşte bu noktada insanın iki benliğe ayrılmasını sağlar: Kendi benliği ve ideal benliği... İdeal benliği, insanın kafasını bu tür imkansız olmalısınlarla doldurur; gerçek benlik ise bunları gerçekleştiremeyince baskı altında kalır. Dolayısıyla ortaya mutsuz benlik adında üçüncü benlik çıkar (Burası benim görüşüm; dolayısıyla toplulukların bize koyduğu "olmalısın" normlarını geride bırakmamız gereklidir).
________________________________________________________________________
"It seems that nothing is more difficult for the average man to bear than the feeling of not being identified with a larger group"
"Ortalama bir insan için hiçbir şey, büyük bir topluluk tarafından tanınmamak kadar korkutucu olamaz"
Erich Fromm
1900-1980 arasında yaşayan psikoanalist Erich Fromm, insanların doğası gereği etrafından ayrı yaşamak zorunda olduğunu ve bunun sonucunda duygusal karmaşalar (endişe ve güçsüzlük) yaşadığını ifade etmektedir. Ancak, bunla başa çıkmak için öncelikle bunun farkında olmamız gereklidir. Bunun farkına ise kendimizi keşfederek, kendi amacımızı bularak yapabiliriz. Bunu yaparsak, daha üretici olabilir, hatta karşımızdakileri olduğu gibi sevebiliriz. Yani birine ya da birşeye "seni seviyorum" dediğimiz zaman "sen de beni görüyorum", "sana sahip olmak istiyorum" değil "seni farklılıklarınla ve kendi bütünlüğünle seviyorum" diyebiliriz. Çünkü artık kendi amacımızı bildiğimiz için, başkalarına karşı da daha objektif hale gelmiş oluruz.
Başka toplulukların görüşlerine ve değerlerine öncelik verirsek, kendimizi bilemez; ne yapacağımızı bilemez hale geliriz ki bu da bizi üretici olamayan bu konuma getirir. Fromm, bu üretici olmayan tipleri dört gruba ayırmıştır. Her birinin belli artıları ve eksileri vardır ve çoğunlukla kişiliklerimiz bunların karışımı haline gelmektedir (burayı duyunca çok şaşırmıştım):
Çekingenler (Receptives): Rolünü kabul eden ve değişime karşı çıkanlardır. Aşırı bağlılıkları kendileri için avantaj olsa da çoğu zaman kurban olurlar (örneğin, tarihteki köleler ya da köylüler).
Sömürücüler (Exploitatives): Çalışmak veya üretmek yerine, istediğini başkalarının üzerinden zorla alanlardır. Çoğunlukla özgüveni aşırı yüksek ve oldukça girişimci olurlar (örneğin tarihteki aristokrasiler).
İstifçiler (Hoarders): Yüksek mevkilerde arkadaş arayan, sevdiklerini gücüne göre seçen; bunları aynı zamanda elde edilmiş şeyler olarak görenlerdir. Bunlar güce açtır, cömert olmazlar; ancak pragmatik ve ekonomiklerdir (örneğin; tarihteki burjuva toplulukları).
Pazarlayıcılar (Marketers): Görüntüyle, reklamla ve kendini satmakla ilgili takıntıları olanlardır. Her kararları karşısındakilerin statülerine (elbise, araba, zenginlik, v.s.) bağlıdır. Fırsatçı ve sığ olmalarının yanısıra oldukça enerjik ve motivasyon dolulardır (örneğin, üniversite gençliği).
Bunların en ekstrem durumu ise nekrofillerdir. Bunlar düzensizlik ve kontrolsüzlükten korkanlardır. Herşeye katı bir düzen getirmeye inanır, ölüm ve hastalık hakkında konuşmayı sever; mekanik objeleri insanlara tercih ederler (örneğin diktatörler).
Üretken tipler ise, kendini beğensin ya da beğenmesin, ne olduğunu bilen ve buna göre hareket edenlerdir. Bu insanlar çevresinden ayrı olduğunun bilincinde olduğu için; çevresiyle birleşmeye uğraşır. Dolayısıyla hayata karşı esnek, rasyonel, sosyal çözümler üretebilir. Bu insanlar yeni fikirlere açıktır; etrafına karşı kendi benliği savunmaya ihtiyaç duymadığı için herkesi olduğu gibi sever. Fromm, bu tür insanı "maskesiz insan" diye adlandırır.
Burada yararlandığım kaynak, DK Publishing tarafından 2012'de yayımlanan "The Psychology Book" adlı kitaptır.
Neyse bu yazı için bu kadar... Dediğim gibi psikolog olmadığım için buradaki çoğu şeyi kendi anladığım gibi, olabildiğince objektif ve doğrudan aktarmaya çalıştım. Bu yüzden kendiniz gözünüzle görmek istiyorsanız ayrıyeten bahsettiğim kaynağı bulup okuyabilir, ve/veya bu araştırmacıların araştırmalarını başka yayınlardan takip edebilirsiniz. Karar sizin...
_________________________________________________________________________________
"I do my thing and you do your thing.
I am not in this world to live up to your expectations,
And you are not in this world to live up to mine.
You are you, and I am I,
and if by chance we find each other, it's beautiful.
If not, it can't be helped."
"Ben kendime ait olanı yaparım, sen kendine ait olanı
Bu dünyaya senin beklentilerini karşılamak için gelmedim,
Ve sen de benim beklentilerimi karşılamak için...
Sen sensin, ben de benim,
Ve şanstan ötürü birbirimizi bulursak ne iyi...
Aksi halde buna yardım edilemez."
(Fritz Perls, "Gestalt Therapy Verbatim", 1969)
Fritz Perls, 1893-1970 yıllarında yaşamış Alman bir psikiyatrist and psikoterapisttir. !942-1946 arasında (ikinci dünya savaşı dönemleri) Güney Afrika ordusuna katılarak, oradaki askerlerin savaşta oluşan psikolojik rahatsızlarını düzeltmeye çalışmıştır. 1946 yılında "Ego, Hunger and Aggression" kitabını yazan Perls, 1951 yılına kadar diğer meslektaşlarıyla çalışması neticesinde Gestalt Teorisini geliştirmiş, ve 1951 yılından itibaren psikoterapi alanında önemli bir yöntem olan Gestalt Terapisini, 1969 ve 1973'de yazdığı "Gestalt Therapy Verbatim" ve "The Gestalt Approach and Eye Witness to Therapy" adlı kitaplarıyla ortaya sunmuştur.
Bu teorinin altyapısına göre kişiye yalnız kendine ait bir "benlik" ve dışardaki herşeyi içeren "diğeri" vardır. Kişinin akıl yapısını ise bu benliğin "diğer"iyle olan ilişkisi belirler. Benlik; ya "diğer"de (mesela insan, iş ilişkileri) başarılı olamayıp kendi güvenini yitirmekte, ya öbür tarafta diğerinde başarılı olup; ancak bu başarıyı kaybedeceğini düşünüp yeni, değişen şeylere kapalı kalmakta, ya da arada kalarak, kendine belirsiz rotalar çizen bir varlık olmaktadır. Yapmamız gereken ise kendi dünyamızı kendimizin oluşturduğunun farkına varmak; bunun içinse ancak kendi gerçekliğini görmek ve toplumun bize verdiği değerleri hiçe saymaktır.
_____________________________________________________________________________
"Forget about the disgraceful creature you actually are; this is how you should be"
"Ne kadar utanç verici bir canlı olduğunuzu unutun; sizin olmanız gereken budur"
Karen Horney
Karen Horney 1885-1952 yılları arasında yaşamış Alman bir psikoanalisttir. Horney'e göre etrafımız, sosyal çevre tarafından geliştirilen, "olmalısın" diyen normlarla (Eng: The Tyranny of Shoulds) doludur. Bu normlar, insanlar tarafından "tanınmış ve güçlü olmalıyım", "güzel olmalıyım", gibi içsel mesajlara döndürülür. İşte bu noktada insanın iki benliğe ayrılmasını sağlar: Kendi benliği ve ideal benliği... İdeal benliği, insanın kafasını bu tür imkansız olmalısınlarla doldurur; gerçek benlik ise bunları gerçekleştiremeyince baskı altında kalır. Dolayısıyla ortaya mutsuz benlik adında üçüncü benlik çıkar (Burası benim görüşüm; dolayısıyla toplulukların bize koyduğu "olmalısın" normlarını geride bırakmamız gereklidir).
________________________________________________________________________
"It seems that nothing is more difficult for the average man to bear than the feeling of not being identified with a larger group"
"Ortalama bir insan için hiçbir şey, büyük bir topluluk tarafından tanınmamak kadar korkutucu olamaz"
Erich Fromm
1900-1980 arasında yaşayan psikoanalist Erich Fromm, insanların doğası gereği etrafından ayrı yaşamak zorunda olduğunu ve bunun sonucunda duygusal karmaşalar (endişe ve güçsüzlük) yaşadığını ifade etmektedir. Ancak, bunla başa çıkmak için öncelikle bunun farkında olmamız gereklidir. Bunun farkına ise kendimizi keşfederek, kendi amacımızı bularak yapabiliriz. Bunu yaparsak, daha üretici olabilir, hatta karşımızdakileri olduğu gibi sevebiliriz. Yani birine ya da birşeye "seni seviyorum" dediğimiz zaman "sen de beni görüyorum", "sana sahip olmak istiyorum" değil "seni farklılıklarınla ve kendi bütünlüğünle seviyorum" diyebiliriz. Çünkü artık kendi amacımızı bildiğimiz için, başkalarına karşı da daha objektif hale gelmiş oluruz.
Başka toplulukların görüşlerine ve değerlerine öncelik verirsek, kendimizi bilemez; ne yapacağımızı bilemez hale geliriz ki bu da bizi üretici olamayan bu konuma getirir. Fromm, bu üretici olmayan tipleri dört gruba ayırmıştır. Her birinin belli artıları ve eksileri vardır ve çoğunlukla kişiliklerimiz bunların karışımı haline gelmektedir (burayı duyunca çok şaşırmıştım):
Çekingenler (Receptives): Rolünü kabul eden ve değişime karşı çıkanlardır. Aşırı bağlılıkları kendileri için avantaj olsa da çoğu zaman kurban olurlar (örneğin, tarihteki köleler ya da köylüler).
Sömürücüler (Exploitatives): Çalışmak veya üretmek yerine, istediğini başkalarının üzerinden zorla alanlardır. Çoğunlukla özgüveni aşırı yüksek ve oldukça girişimci olurlar (örneğin tarihteki aristokrasiler).
İstifçiler (Hoarders): Yüksek mevkilerde arkadaş arayan, sevdiklerini gücüne göre seçen; bunları aynı zamanda elde edilmiş şeyler olarak görenlerdir. Bunlar güce açtır, cömert olmazlar; ancak pragmatik ve ekonomiklerdir (örneğin; tarihteki burjuva toplulukları).
Pazarlayıcılar (Marketers): Görüntüyle, reklamla ve kendini satmakla ilgili takıntıları olanlardır. Her kararları karşısındakilerin statülerine (elbise, araba, zenginlik, v.s.) bağlıdır. Fırsatçı ve sığ olmalarının yanısıra oldukça enerjik ve motivasyon dolulardır (örneğin, üniversite gençliği).
Bunların en ekstrem durumu ise nekrofillerdir. Bunlar düzensizlik ve kontrolsüzlükten korkanlardır. Herşeye katı bir düzen getirmeye inanır, ölüm ve hastalık hakkında konuşmayı sever; mekanik objeleri insanlara tercih ederler (örneğin diktatörler).
Üretken tipler ise, kendini beğensin ya da beğenmesin, ne olduğunu bilen ve buna göre hareket edenlerdir. Bu insanlar çevresinden ayrı olduğunun bilincinde olduğu için; çevresiyle birleşmeye uğraşır. Dolayısıyla hayata karşı esnek, rasyonel, sosyal çözümler üretebilir. Bu insanlar yeni fikirlere açıktır; etrafına karşı kendi benliği savunmaya ihtiyaç duymadığı için herkesi olduğu gibi sever. Fromm, bu tür insanı "maskesiz insan" diye adlandırır.
Burada yararlandığım kaynak, DK Publishing tarafından 2012'de yayımlanan "The Psychology Book" adlı kitaptır.
Neyse bu yazı için bu kadar... Dediğim gibi psikolog olmadığım için buradaki çoğu şeyi kendi anladığım gibi, olabildiğince objektif ve doğrudan aktarmaya çalıştım. Bu yüzden kendiniz gözünüzle görmek istiyorsanız ayrıyeten bahsettiğim kaynağı bulup okuyabilir, ve/veya bu araştırmacıların araştırmalarını başka yayınlardan takip edebilirsiniz. Karar sizin...
Yorumlar
Yorum Gönder
Yorum yaparak bize yardımcı olursanız çok memnun oluruz. Şimdiden teşekkürler